top of page
Saray
Image by Wander Creative
Antik Yapısı
Image by Daniel H. Tong
istanbul-turkey-sea-buildings-4k_1538067
Türkiyedeki-Tarihi-Yerler.jpg
Saray
Image by Wander Creative
Antik Yapısı
Image by Daniel H. Tong
istanbul-turkey-sea-buildings-4k_1538067
Türkiyedeki-Tarihi-Yerler.jpg

TARİH ŞEHİRDEN Mİ İBARETTİR?

Tarihi kaynaklar ve bunları inceleyen modern çalışmaların hepsinde şehir merkezci bir dünya algısı mevcuttur. Medeniyet tasavvuru birincil kaynaklarda ve birçok araştırma eserlerinde öncelikli olarak yerleşik ve öteki olarak yerleşik olmayan üzerinde inşa edilmiştir. Sosyal bilimler içerisinde bulunan medeniyet anlayışına dair bu ikilemin yanında gözden kaçan bir ikilem daha vardır; yerleşikler arasındaki ayrım. Şehirliler ve onların ötekisi kırsaldakiler. Tarih yazımının tarihine baktığımızda yazılı kaynakların büyük bir çoğunluğunun şehirlerde kaleme alındığını görmekteyiz.



Bir başka deyişle tarihi şehirliler yazmıştır demek mümkün. O halde mevcut tarih anlayışımız şehirlilerin kendilerini odağa koyduğu ve çevresini ötekileştirdiği bir anlayışın yansımasıdır. İnsanlık tarihi içerisinde bin yıllar boyunca yerleşik nüfus, ötekisi olan yerleşik olmayanların karşısında azınlık olmuştur. Elimizde rakamsal bir veri olmasa da Mezopotamya’da yerleşikliğin bir ilerisi olan şehirleşme başladığında bile dünyadaki yerleşiklerin muhtemel nüfusu, yerleşik olmayanların hala çok gerisindeydi. Yerleşik hayat, çoğu zaman insanlar için sanıldığının aksine daha elverişsiz bir durumda olmuştur.


Bu elverişsizlikte başı çeken şeylerden birisi yerleşiklik hayat ve tarım geliştikçe artan hastalık türleridir. Bir memeli hayvan olan insan, yerleşik hayata geçiş, tarım üretimine başlaması ve diğer memelileri evcilleştirmeye başlamasıyla birçok yeni hastalığın ve bakteri türünün evrimleşmesine ve ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu hastalıklar çoğu zaman yerleşikleşme ve şehirleşmenin aleyhinde tarihsel olaylara sebep olmuştur. Ortaya çıkan hastalıklar, Mezopotamya’daki şehirlerden itibaren salgın etkisine döndüğü dönemlerde kentlerin boşalmasına ve insanların kırsala veyahut tamamen yerleşiklik dışı yaşama geçmesine sebep olmuştur.



Salgın hastalıklardan başka depremler, seller ve savaşlar defalarca kez şehirlerin ve kırsal yerleşimlerinin boşalmasına sebep olmuştur. Mezopotamya’da şehirlerin kurulmasından itibaren tarihi şehirliler yazmaya başlamıştır. Aslında bu bir çeşit azınlığın tarihidir. Üstünde çok fazla tartışılan yerleşik hayat, şehirleşme ve medeniyet gibi konular insanlık tarihinin çok küçük bir kısmını hatta azınlığın tarihini oluşturmaktadır. Kalıplaşmış anlatılarda geçen nehir kenarlarında doğan kentler ile medeniyetin doğal olarak insanlığın tarihinin başladığı argümanı günümüzde özellikle batı tarihçiliğinde çokça tartışılan bir hususa dönüşmüştür. Aslında şehirler çok uzun süreler çölün içindeki vaha alanları gibi kalmıştır.


İnsanlık tarihindeki yerleşik devletlerin hepsinin temel sorunu yerleşik olmayan nüfusları olmuştur. Göçebe, yarı göçebe, tarımcı göçebe ve daha birçok alt türü, yerleşik devletlerin hep sorunu olmuştur. Bu sorunun temel sebebi vergidir. Kontrol edemediği ve vergi alamadığı bir insan kitlesidir. İnsanlığın binlerce yıllık tarihinde yerleşiklerin oluşturduğu kısmın uzun zaman azınlıkta kalmasına rağmen zamanla nasıl üstün duruma geldiği konusuna dair bir soru akla gelecektir. Bu noktada ise “güç birliği” kavramı ortaya çıkmaktadır. Yerleşikler ile yerleşik olmayanların mücadelelerinde yerleşikler birleşerek, yerleşik olmayanlarla mücadele etmekteydi. Buna karşın çoğu zaman yerleşik olmayanlar aynı birlikteliği kurarak karşı mücadelede bulunamamıştır. Çoğu zaman yerleşik olmayanların bir kısmı yerleşiklerin emrine girerek karşı safta yer almıştır.


Bir nevi yerleşik olmayanlar kendi geleceklerine ket vurmuştur. Ancak yerleşik olmayan toplumlar siyasi bir birliktelik kurduğu dönemlerde yerleşikleri yenmekle kalmamış kendilerine tabi hale de getirmiştir. Ancak bunlar uzun ömürlü başarılar olmamıştır. Nehrin doğal akıntısında yerleşikler, yavaş yavaş yerleşik olmayanları elimine etmiştir. Bunda gelişen askeri teknolojiler de çok etkili olmuştur. Bir yandan yerleşikler ile yerleşik olmayanlar arasında mücadeleler devam ederken bir yandan da yerleşik nüfuslar içerisinde de mücadeleler olmuştur. En başta kent ile kırsalın rekabeti mevcuttur.

Tarih boyunca kentliler, kırsaldaki yerleşikleri kendilerine en yakın- en benzeyen- ötekiler olarak görmüştür. Ancak bu yakınlığa rağmen, şehirlerin varlığı için kırsal yerleşimleri her zaman kaba tabirle bir köle olmak zorundadır. Şehirlerin kurduğu devletler ve imparatorluklar, kırsaldan alınacak vergi, gıda ürünleri ve savaşan nüfusa muhtaçtır. Bu yüzden kırsaldan topladığı silahlı güçle kırsalı köleleştirmiştir. Köylü isyanlarının temel paradigması bu durumdan kaynaklanmaktadır. Emekleri sömürülen köylülerin/kırsaldakilerin şehirlilerle ve şehirlerle mücadelesidir. Tıpkı yerleşikler ile yerleşik olmayanlar arasındaki mücadelede olduğu gibi nehrin akışı şehirlerin lehinde gerçekleşmiş ve kırsalı, kırsaldan gelen sömürü gücüyle itaat altında tutmuşlardır.


Şehirlerde yazılan tarihlerin genel perspektifine bakıldığında yerleşik olmayanların barbar olarak anlatılmasına ve vahşi olarak tasvir edilmesine rağmen, metinlerin üslubuna bakıldığında kırsal isyanlarına bir çeşit hainlik gözüyle bakıldığı anlaşılmaktadır. Aslında bu durum barbarlıktan daha aşağı görüldüğünü göstermektedir. Kırsalın şehirlere ve şehirlilerin devletlerine olan isyanı bir tür ihanettir. İçeriden vurulmuş bir darbe gibi görülmüştür. Birçok köylü isyanının devletlerce büyük bir şiddetle bastırılmasının arka yüzündeki psikolojik etken budur. Bir diğer etken de şüphesiz ki bu isyanların başka isyanların öncüsü olmasını engellemek isteğidir. Bu da ibret alınacak derece büyük şiddet ve katliamla bastırma eylemlerine neden olmuştur.


Yerleşik nüfusu, yerleşik olmayanlara baskın geldikten sonraki insanlık tarihi artan bir tempo ile kentleşmeye doğru gitmiştir. Bu kentleşmeler de büyük çapta şiddetli savaşlara yol açmıştır. Özellikle Sanayi Devrim’inden sonra temposunu arttıran şehirleşme eğilimi beraberinde birçok yeni hastalık ve savaşı getirmiştir. Şehirlere göç eden kırsal nüfusun hayatta kalması ve iş gücündeki yerinin devam etmesini sağlayabilmek için sağlık hizmetlerinin gelişmesiyle beraber, dünya nüfusunun genelinde büyük bir artış başlamıştır. Tarih çalışmalarında bahse konu edilen Sanayi Devrimi ile gelişen kentleşme olgusu aslında konu edildiğinden daha küçük ölçekte gerçekleşmiştir.


1950 yılına kadar dünyadaki nüfusun %30 civarındaki kısmı şehirlerde yaşamaktaydı. Geri kalan devasa nüfus kitlesi ise kırsalda hayatını sürdürmekteydi. Bu istatistikten de görüldüğü üzere aslında üzerinde geniş çalışmalar yapılan tarih, 1950’lerde bile azınlık halinde olan bir nüfusun tarihidir. Dünyada kent nüfusunun kırsalı aştığı tarih 2007 yılıdır. Milattan önce 4 bin civarında ortaya çıkan kentlerden 6 bin yıl sonra kentlerin nüfusu dünyada baskın hale gelmiştir. Ancak bu 6 bin yıllık dönemdeki tarihi kayıtlar ve incelemeler ezici bir çoğunlukla bu azınlığın tarihine yönelik olmuştur.



Dünya tarihinde şehirleşme yönündeki kırılma 1950’lerden itibaren gelişen globalleşme, teknoloji ve hayat standartları olmuştur. Bundan önceki bin yıllarda şehirler, kırsalın gücünü kullanarak mevcudiyetini idame ettirmiştir. Şehirli nüfusunun azınlık olduğu dünyada insanların ihtiyaçlarını karşılıklı olarak sürdürmesi daha mümkün iken şehirli nüfusunun baskın hale geldiği mevcut dönemde insanlık, gezegeni yaşanmaz hale getirme riskiyle karşı karşıyadır. İnsanlık tarihinde şehirler girdikleri mücadeleyi kazandıkça insanlığın geleceği tersi oranda mağlubiyete doğru sürüklenmektedir. Bu yüzden başlıkta sorduğumuz “Tarih Şehirlerden Mi İbarettir?” sorusuna ek olarak “İnsanlık Şehirlerden Mi İbarettir?” sorusunu da sormak gerekecektir. Bu soru, hem sosyal bilimlerin hem de doğa bilimlerinin gelecek yıllarda üstünde çok duracağı bir tartışma olacaktır.

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page