Türkiye’de özellikle 1950’li yıllardan sonra kentleşme hızlanmaya ve yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu kent hareketlerinin doğurduğu en büyük sonuç ise gecekondulaşma olmuştur. Kemal Karpat gecekonduyu ‘’kentsel imara açılmamış, altyapısı gerçekleştirilmemiş, tarla niteliğindeki arsalar üzerinde çoğu zaman başkasına veya devlete ait kısa dönemde ve uygun teknolojiye bağlı kalmayarak yapılan konut türleridir” olarak tanımlamaktadır.[1] Nezahat Altuntaş ise gecekonduları ekonomik olarak yoksun (yoksulluk göreli ya da mutlak olabilir) alt sınıfta bulunanların oluşturduğu, suç oranlarının yüksek olduğu, devlete karşı radikal siyasal olayların meydana geldiği yerler olarak belirtir.[2] Gecekondular kırsaldan kente göç edenler için oldukça önemli yerleşim yerleri olarak karşımıza çıkmaktadır bunun en temel sebebi kırsaldan kente gelen göçmenler ekonomik durum olarak yeterli seviyeye sahip olmamalarıdır. Özellikle 1950 ve 1960’lı yıllarda kentlerin oldukça cazip yaşam alanları olarak sunulması ve çok renkli bir dünya olarak vadedilmesi nedeniyle bir rüya olarak kentlere gelen halkın karşılaştıkları yüksek fiyatlar nedeniyle daha da zor durumda kalmalarına neden olmuştur. Böyle bir atmosferde gecekondular onlar için adeta bir kurtarıcı niteliğindedir. Çünkü gecekondulara hiç para ödenmemişler ya da çok cüzi rakamlar ödeyerek ev sahibi olmuşlardır.
Türkiye’de gecekondulaşmanın oluşmasında II. Dünya Savaşı’nın etkisi de oldukça önemlidir. Her ne kadar Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemiş olsa da ekonomik ve siyasi anlamda oldukça etkilenmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünya dengeleri de değişmiş ve iki kutuplu bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır. Bu düzende Türkiye’nin tek parti yönetimi diğer devletler tarafından da eleştirilmesine neden olmuş ve Türkiye bu doğrultuda çok partili siyasal yaşama doğru bir adım atarak dışa açılma politikaları geliştirmiş ve bu atılımlar sonucunda meydana gelen sanayileşme, tarım toplumu olan ülkemizde hızlı kentleşme sürecinin başlamasına neden olmuştur.[3]
II. Dünya Savaşı’na kadar herhangi bir gecekondulaşma problemi olmayan Türkiye hızlı sanayileşmenin etkisiyle gecekondulaşmanın yaşandığı temel ülkelerden biri haline gelmiştir. Bunun en temel sebeplerinden biri gelişmekte olan ülkelerin yeni düzene hemen ayak uyduramamasıdır. Türkiye’de kurulan sanayi tesisleri özellikle büyük şehirlere yakındır bu sebeple kırsalda iş bulamayan göçmenler buralara yerleşerek gecekondulaşmayı başlatmışlardır. Gecekondular çoğunlukla tek odadan ibarettir ve tek gecede dikilir bu yüzden gecekondu olarak adlandırılmıştır.[4] Türkiye’de gecekondulaşmayı tetikleyen bazı durumlar da meydana gelmiştir. Özellikle Türkiye’nin dışa açılma politikaları kapsamında Marshall Planı uygulanmış ve tarımda makineleşmenin hız kazanmıştır. Marshall Planı ile birlikte bir anda artan makine sayısı neticesinde köylüye duyulan ihtiyaç azalmış ve iş gücü dengesinde sorun meydana gelmiştir. Eskisi gibi para kazanamayan köylü ise çareyi daha ucuz iş gücünde fabrikalarda bulma arayışına girmiş ve ailesiyle beraber büyük şehirlere göç etmiştir. Kentlerde kendilerine oturacak yer edinemeyenler, gecekondu yaşamına başlamış ve bu anlamda kendilerine yeni yaşam alanları inşa etmiş ve gecekondu mahalleleri ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri yetersiz konutlardır, nüfusun 1950-1960 yılları arasında arttığı düşünülürse var olandan daha fazla konut yapılması gerekirdi. Ancak durum bu şekilde olmamış, konut yetersizliği yüzünden aynı zamanda kira gelirlerinin fazlalığı yüzünden de çarpık kentleşme meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Diğer bir taraftan konuyu ele aldığımızda gecekondulaşmanın içinde psikolojik etkiler de önemli bir yer tutmaktadır.
Psikolojik olarak kırsaldan kente gelen halk kendisini ‘’öteki’’ olarak hissetmiştir. Yaşadıkları bu alanlar gecekondulaşma süresi boyunca pek çok isimle adlandırılmış, “Lümpen kültür”, “Yan kültür”, “Arabesk kültür”, “Alt kültür” olarak ifade edilmiştir.[5] Kendilerini öteki olarak hisseden halkın yaşadığı gecekondu yerleşimleri, aynı bölgelerden gelmiş aralarında akraba, hemşehrilik bazen aşiret bağı bulunan insanların barındığı yerleşim alanlarıdır. Gecekondu kültüründe yaşayan kırsal kesim ile şehirli kesim arasında büyük bir statü farkı meydana gelmiş ve bu ayrım gün geçtikçe büyümüştür. Kırdaki ve köydeki yaşantısı arasında kalan yeni kentli kendine özgü “Arabesk kültür” olarak nitelendiren kültür oluşturmuştur. Arabesk çeşitli alt kültürlerden oluşan, kent kültürü karşısında hayal kırıklığı yaşayan insanların bir başkaldırısıdır. Bu sebeple arabesk bir ara kültürdür ve köylünün kente uyumunu ifade etmeye çalışır. Arabesk, kelime anlamı olarak Arap tarzı, Arap biçiminde şey gibi anlamları karşılamaktadır. Arabeskin kendini gösterme tarzı ve toplumu etkileyişi pek çok farklı kanaldan gerçekleşmiştir. Özellikle kırsaldan gelen insanların yaşadığı uyum sağlama bunalımı, sadece yaşamsal anlamda değil, etnik kimlik, siyasi yeterlilik gibi alanlarda da kendisini göstermiştir. Ve tüm bu durumlar neticesinde arabesk kültür, bir dışavurum olarak, kıyafete, sinemaya, müziğe yani toplumsal hayatın birçok boyutuna yansımıştır. Arabesk kültür modernleşmenin istenmeyen bir sonucudur. Modernleşme sürecinin parçalarından biri olan kırdan kente göçün hızlanması ve kentleşme ve kentlileşme sürecinin etkilerinin kuvvetlenmesi, arabeskin topluma yayılma alanını genişletmiştir. Çünkü arabesk, güzel hayallerle umutlarla göç eden, göç ettiği yerde aradığını bulamayan, göç ettiği yerde bulduğu kültür geldiği yerin kültürüne çok ters olan, uyum sağlamakta hem maddi hem manevi anlamda sıkıntı çeken “ötekiler” in sesi, ötekileşen kültür olmuştur.[6]
Bu kültürün ilk temsilcisi olarak karşımıza Orhan Gencebay çıkmaktadır. İlk yerli arabesk şarkı 1964 tarihli Suat Sayın’ın “Sevmek Günah mı?” adlı eseri, ilk arabesk şarkıcı olarak da bu eseri okuyan Ahmet Sezgin olarak nitelendirilir. Ardından “Arabeskin Babaları” dönemi başlamış, ilk baba Orhan Gencebay, ikinci baba Ferdi Tayfur ve son baba da Müslüm Gürses olmuştur. Onlar, dışa vurulamayan duyguların ve iç isyanların sesi olmuşlardır.[7] Kentli insanın tepkisini çeken bu yeni tarza sansürler uygulansa da özellikle alt kültür tarafından benimsenmiştir. Ve arabesk, kırsaldan kente gelenlerin sığınabileceği ve seslerini duyurabilecekleri en önemli liman olmuştur. Bu durum sinemada karşımıza minibüsçü örneği ile çıkar. Filmin kahramanı kırsaldan kente göç etmiş bir şoför rolündedir. Türk sinema tarihinde önemli bir yer tutan ve bu konuyu işleyen film İbrahim Tatlıses’in oynadığı ‘’Mavi Mavi’’ filmidir.[8]
Arabesk kültürün Türk toplumunda oluşması ve yayılması, siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda birbiriyle iç içe geçmiş koşulların neden olduğu bir sonuç olarak karşımıza çıkar.
Kaynakça:
[1] Aziz, Yıldırım, ‘’ Kentleşme ve Kentleşme Sürecinde Göçün Suç Olgusu Üzerindeki Etkileri’’, T.C. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2004, s. 56.
[2] Nezahat, Altuntaş, ‘’Gecekondu, getto ve kimlik’’, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi,Sayı:4(1) ,Yıl. 2001, s. 11-28.
[3] Aziz, Yıldırım, ''a.g.t'', s. 57.
[4] Kemal, Karpat,‘’ Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm Kırsal Göç, Gecekondu ve Kentleşme’’, Timaş Yayınları, İstanbul, 2016, s. 131.
[6] Cansu, Kaymal, ‘’ Kırdan Kente Göçün Kültürel Sonuçları: Gecekondulaşma ve Arabesk’’, Ulakbilge, Cilt:5, Sayı: 15, 2017, s. 1508.
[8] Cansu, Kaymal, ''a.g.m'', s. 1510.
Comments